LOZAN’DA ERMENİ SORUNU
Atatürk, Lozan’a giden Türk delegelerine iki konuda kesinlikle taviz vermemelerini söylemişti:Ermeniler’e toprak verilmemesi ve Kapitülasyonların kaldırılması
12 Aralık (1922) günü Curzon, “Ermeni ulusal yurdu” konusunu konferansın gündemine getirecektir. Londra ve San Remo’daki ifadelerini yalanlarcasına Lozan’da Ermenilerin Doğu ve Güneydoğu Anadolu’yu kastederek “kendi topraklarında oturmak özleminde bulunmalarını doğal saydığını” ve onlara Türkiye’de bir “yurt” verilmesinin gerektiğini dile getirir.Bu konuda Türkiye baş delegesinin ne düşündüğünü sorar, İsmet Paşa da cevaben, İngiliz kaynaklarına dayanarak uzun bir konuşma yapar. Ermenilerin, Osmanlı İmparatorluğu’nda yaşayan diğer azınlık cemaatleri gibi, mîllet sistemi çerçevesinde barış, huzur ve refah içinde Türk komşularıyla bir arada yaşadıklarını hatırlatan İsmet Paşa, bu ilişkilerin Ortadoğu’da emperyalist emelleri olan devletlerin müdahaleleri sonucu bozulduğunu; Ermenilerin, yabancı tahrikleriyle Babıâli’ye isyan ettiklerini, Müslüman ahaliyi mezâlime duçar bıraktıklarını ve bu durum karşısında İstanbul’un kendini savunduğunu söyleyerek konuyu tarihî perspektifi içine oturtacaktır. Devamla İsmet Pasa, Türkiye’de kalmak isteyen Ermenilerin —kendilerine karşı iyi düşüncelerle dolu ve geçmişteki olayları unutmaya hazır olan— Türk yurttaşlarıyla kardeşçe yaşabileceklerini Konferans önünde de belirtecektir. Öte yandan, Ankara, ülkesinin parçası olan bir toprağın “Ermeni Yurdu” kurulmak üzere Türkiye’den ayrılmasını, Türkiye’nin bölünmesine yeni bir girişim saymak zorundadır. Şu var ki, İsmet Paşa’ya göre, bu girişimlerin gerçekleşemeyeceği defalarca ispat edilmiş durumdadır. Türkiye’nin gerek doğusunda, gerekse güneyinde Ermeni çoğunluğunun bulunmadığı açıktır. Ayrıca, Türkiye’nin her ne yoldan olursa olsun anayurttan ayrılabilecek bir karış toprağı yoktur. Kaldı ki Türkiye, zaten var olan bağımsız Ermenistan’la (Erivan Sovyet Cumhuriyeti ile) devletler hukuku ve uluslararası siyasal teamüller uyarınca anlaşmalar yapmış ve iyi komşuluk ilişkileri kurmuş bulunmaktadır. Bunun dışında bir Ermenistan’ın var olduğunu düşünmek, Türkiye’nin anlaşmalarına aykırı düşer. Sonuç olarak İsmet Paşa, Ermeni ulusal Yurdu’na ilişkin olarak yaptığı açıklamaların yeterli sayılacağını vurgulayacaktır. İsmet Paşa’nın uyarısına rağmen, Ermeni Sorunu bir kere daha konferans gündemine bu sefer de Ermeni mandası sorumluluğunu üzerine almayan Amerika Birleşik Devletleri’nin sanki kendini affettirmek istercesine Azınlıklar Alt Komitesi’ne sunduğu bir “Ulusal Yurt Muhtırası” ile girecektir (30 Aralık) İtalyan temsilcisi Montagna’nın da Yurt tasarısını desteklemesi üzerine Türk heyeti müzakerelerde bulunmamayı yeğleyerek oturumu terk edecektir. Türkiye’nin artık, Osmanlı İmparatorluğumun aksine, türdeş bir devlet olduğu özelliği üzerinde duran İsmet Paşa, bir başka birleşimde, bu dünya içinde Ermenilere herhangi bir şekilde toprağa bağlı bir otonomi tanınması diye bir düzenlemenin söz konusu olamayacağını kaydetmiştir. Sözlerini “Marsilya’daki Ermeniler nasıl bağımsız bir varlığa kavuşamazlarsa, Türkiye’deki Ermeniler de buna benzer iddialarda bulunamazlar” diyerek sürdürecektir. Bunun dışında “genel af” konusunun açılmasıyla İsmet Paşa, millet olarak geçmiş olayları unutmaya, ülke olarak Türkiye’de yaşamak isteyen Ermeni kardeşlerinin dönüşünü sevinçle karşılamaya ve onlara uluslararası kıstaslara uygun haklar tanımaya hazır olduklarını teyit etmiştir. Bununla beraber, Ermeni komitecileri kastederek Birinci Dünya Savaşı’nda düşmanla işbirliği yapanların Türkiye’de yeniden karışıklık çıkarmak üzere ülkeye gelmelerine engel olunacağını, bu nedenle bu kişilerin kesinlikle af kapsamına alınamayacaklarını işaret edecektir.Ancak, Türkiye, güvenliği açısından bu zorunluluğu yerine getirirken, kendi hallerinde veya iyi yurttaş olan Ermenilerin söz konusu tedbir yüzünden sıkıntıya düşmemelerine de göz kulak olmaktan geri kalmayacaktır.
Konferansın ikinci devresinde Türk delegasyonu Milletler Cemiyeti’nin azınlıkların statüsü konusunda standartlarına uyacağını ifade ettiğinde İngiliz temsilcisi Forbes Adam da bu şartlar altında “topraksal olarak Ermeni yurdunu ve Türkiye’de Ermeni meselelerini gündeme getirmenin tamamen lüzumsuz olduğunu” kabul etmek zorunda kalmıştır. Onu takiben Sir Horace Rumbold, “Erivan Cumhuriyeti dışında bir ulusal yurt ya da Ermeniler için bir vatan toprağı tayin etmek pratik bir çözüm değildir. Andlaşmanın içerdiği azınlıklarla ilgili hükümler bütünüyle yararlı ve yeterlidir” diyecektir. İngiliz-Ermeni Komitesi, Curzon’un Lozan’da karşı karşıya geldiği tek Ermeni delegasyonu değildi. Ermeni Millî delegasyonu başkanı ve bir zamanların Osmanlı Hariciye Nazın Gabriel Noradunkiyan, İngiliz Dışişleri Bakanlığı’na başvurduğunda kendisine verilen cevap, diplomatik yazışmaların olabileceği kadar sert ve kesindi: “Majestelerinin bugünkü şartlarda bu mesele üzerinde fazla durabilmenin, görüşmeleri tehlikeye düşürebileceği nedeniyle mümkün olmadığını ve bu nedenle şimdiki Türk hükümetinin tutumunda hemen ve büyük bir değişiklik bekleme ümidinin olmadığını toplanmasından sonra Andlaşma’da Ermenilerin millî yurdundan bahsedilmediği anlaşılınca Uluslararası Ermeni Taraftarları Birliği (Ljgue Internationale Philarmenıenne), kararı şiddetle protesto ederek, bunu “uluslararası adaletin iflâsı” olarak niteledi. Buna cevap olarak, Curzon’dan sonraki İngiliz Baş delegesi, Birliğin başkanı M.E. Naville’e, Türklerin kabul ettiği metnin dışında bir kararın konferanstaki İngiliz delegasyonunun görev kapsamını aşacağını, sorumluluklarının konferansa çağrılan devletlerle Türkiye arasında barışı sağlayabilmek olduğunu tekrarladı. Ayrıca, Rumbold, “İngiliz delegasyonunun Ermeniler adına sarf ettiği gayret ve eylemlerin artık bittiğini… ve size daha tatmin edici bir cevap gönderebilecek durumda olmadığımı bildirmekten samimi olarak üzüntü duyuyorum” diye ilâve etti.
Yukarıdaki satırlardan İngilizler’in Ermeni Meselesi’nde “Kraldan fazla kral taraftarı” olmakla konferansın gidişini ileride görüleceği üzere adlî kapitülasyonlar konusunda olduğu gibi bir daha tehlikeye atmak istemedikleri anlaşılmaktadır. Lozan’daki İngiliz delegasyonuna “uzman” olarak katılan ve Londra’nın Osmanlı Türkiyesi’ndeki son dragomanı Sir Andrew Ryan’ın. Bugün İngiltere devlet arşivinde bulunan evrakı metrukesi, bu konudaki İngiliz tavrını aydınlatacak belgeleri ihtiva etmektedir. Özel mektuplarından birinde Ryan, “Ermeni millî yurdu konusu —nerede ise konferansın en büyük patırtılarından birisine neden olmasına rağmen— ciddî bir sorun değildi. Korkarını ki, bu sorun bir vitrin dekoru olarak ortaya atılmıştı. Bu sorunun içi de gerçekle mağaza camekanlarında raf raf gördüğünüz süt teneke kutuları kadar boştu”. Başta Ermeni millî yurdu olmak üzere Curzon’un azınlıklar sorununu ileri sürmesi, bir taktik meselesiydi. Tehciri gündeme getirmekle Türkleri, dünya milletleri önünde mahcup edeceğini sanıyordu. Böylece, Ankara savunmaya çekilecek, Curzon da onların bu gerileyen tavrından yararlanarak isteklerini dikte ettirecekti. İkinci olarak Curzon, aynı taktikle Moskova ile Ankara’nın arasını açmayı tasarlıyordu. Şöyle ki, Curzon İsmet Paşa’ya azınlıklar konusunda Milletler Cemiyeti’nin Öngördüğü hükümleri kabul ettiği ve bu örgüte üye olduğu takdirde de Ermeni Meselesi’ni daha fazla kurcalamayacağını ima etmişti. Milletler Cemiyeti’ni emperyalistlerin kollektif bir örgütü olduğuna inanan Sovyet Rusya’nın Türkiye gibi, ideolojileri farklı olsa dahi, yakın dostu gördüğü bir ülkenin bu teşkilata girmesini doğal olarak hoş karşılamayacaktı. Kısaca, Curzon, İsmet Paşa’ya Ermeni Meselesi’ni unutmaya karşılık Milletler Cemiyeti’ne üyeliği alışverişini teklif ediyordu.
Demek ki, bir yerde Rusya ya da Bolşevik tehlikesi, İngiltere’nin Lozan’da Ermeni Sorunu’nda mümkün olduğu ölçüde sessiz kalmasını sağlamıştı. Kendisine Türkiye’den Ermeni yurdu adı altında bir toprak parçası kopartmanın hak hem de uygunsuz (impracticable) olacağını yazan Ryan’a , İstanbul’dan Handerson şu cevabı veriyordu:
“Doğrusunu istersen, ben Türkleri hiç sevmem; onları itimat edilmez, Medeniyetsiz barbarlar olarak bulurum. Fakat, yine de sonuçlandırıcı politikalardan, onlarla dost olmaktan, onları kullanmaktan yanayım. Ancak, tabii bir köşeye çekilip, “Hey sizin şeytanlıklar peşinde olduğunuzu biliyoruz ve biz sizi durdurmaya da çalışmayacağız” diyemem. Ben hoşgörü siyaseti taraftarıyım ve Türklerle hiç olmazsa dost olmaya çalışacağım. Böyle bir siyasetin sonunda mutlaka içine düşeceğimiz bir çukuru kazmaya değil de Britanya İmparatorluğu’na büyük yardımlarda bulunacağına inanıyorum”
İngiliz Dışişleri Bakanlığı artık dinamikleşmiş bir Atatürk Türkiyesi’nin ihtilalci Sovyet Rusya’ya karşı Ermeni devletinden daha güçlü bir set, ya da tampon bölge oluşturacağında hemfikirdi. Bu çerçeve içinde Ermenilerin Lozan’dan elleri boş olarak ayrılmaları mukadder gözüküyordu. Başlarına gelecekleri anlayan Ermeni komiteleri ve benzeri militer veya diplomatik dernekleri Curzon’u bir kere daha protestolara boğunca, Dışişleri Bakanı, cevabi yazılarında diplomatik teşrifatın gerektirdiği nezaketi bir kenara bırakmak zorunda kalmıştı. Williams’ın başvurusunu aynen şöyle karşılayacaktır.
“Sizden böyle bir mektup gelmesi gerçekten son derece üzücü olmaktadır. Çünkü, gerçeklere en az benim kadar vakıf olmanıza rağmen, İngiliz Hükümeti’nin içinde bulunduğu durumu anlamamakta ısrar ediyorsunuz. İngiltere’ye güvene gelince, İngiltere itimadınızı sarsmak için ne yapmıştır, söyler misiniz? Ermeniler, tüm Büyük Güçler içinde zannederim kendilerinin en iyi dostlarının ve en devamlı destekçilerinin Majestelerinin Hükümeti olduğunu bilmektedirler… Fakat, sizler bu ülkenin —ya da herhangi başka birisinin— Türkiye’nin lalettayin bir yöresini seçip, oradaki diğer tüm ırkları sepetleyerek İngiliz süngülerinin çerçevesinde büyük miktardaki (Ermeni) muhacirleriyle yoğunlaştırmasını ve böylece İngiliz vatandaşlarından alınacak muazzam vergilerle burada bir Ermeni ulusal varlığını teşkilatlandırmasını bekleyemezsiniz. Bunun düşüncesi bile ham hayalden öteye gitmez…”.
İngiltere’nin Ermenileri desteklemekten vazgeçmesinin nedenlerinden biri de Ermeni komitelerinin Mondros Mütarekesi’nden sonra Doğu Anadolu’da giriştikleri katliam karşısında duydukları infial olmuştur. Ermenilerin bilhassa 1915 ile 1920 yıllan arasında gerek Doğu Anadolu ve gerek Kafkasya’daki Müslümanlara karsı uyguladıkları mezâlim, ne kadar tatbikçileri tarafından saklanılmaya, hatta tersyüz edilip Müslümanların kıtalleri olarak Batı’ya yansıtılmaya çalışılmışsa da, dünyanın en iyi haber alan istihbarat servislerine kumanda eden İngiliz Hükümet yetkililerini, sokaktaki halk gibi aldatmaları mümkün değildi. Üstelik, zamanla Ermeni olaylarının gerçek yüzü Batı kamuoyuna da mal olunca; halk, devletlerini böylesine vahşet yapabilen grupları desteklediği için eleştirmeye başlayacaktır. Bu durumda, Müttefiklerin siyasî platformda “eli kanlı canileri” müdafaa etmesi, onların davalarına yardımcı olmaları eskisine oranla kolay olmayacaktı. Tiflis’teki İngiliz temsilcisi Curzon’a 4 Mart i92o’de şöyle yazıyordu: “Hiç tereddüt etmeden diyebilirim ki, Müslümanların can ve mallarını Taşnakçı bir Ermeni Hükümeti’ne emanet etmek, insanlık açısından bence kabil-i tavsiye değildir. Ermenilerin Müslüman yönetimi altında daha salim olacaklarına, fakat Müslümanların Taşnak Ermeni yönetimi altında asla emniyette olmayacaklarına inanıyorum”. Bu raporlardan müteessir olmayacaklarına inanıyorum. Bu raporlardan müteessir olan Curzon, Nubar, Aharonian ve Erivan piskoposundan müteşekkil bir Ermeni delegasyonuna, vatandaşlarının hareketlerinin “çılgınca ve savunulmaz” olduğunu söyledi; Ermeniler bu kadar istikrarsızlık ve iğtişaş sevdası gösterdikleri takdirde, kimsenin Ermenistan’a bakmayacağını ihtar etti. Ermeni liderleri, kıtalleri inkâra ve suçu Türklere yüklemeye kalkıştılarsa da başarı sağlayamadılar .