BiZLERE YABANCI İSTANBUL İstanbul
bu tarihte bir mahşer yerini andırıyordu. İngiliz, Fransız, İtalyan,
Yunan, Japon, Amerikan ordularından subaylar, neferler ve dünyanın
her ulusundan ve dininden insanlar şehri doldurmuştu. Anadolu'nun
çeşitli yerlerinden sürülmüş Ermeniler de İstanbul'a dolmuştu. Türkler
yenilmişti, Hıristiyan azınlıkları Türklere karşı kışkırtanlar savaşı
kazanmışlardı. Hıristiyanlar galip devletlerin tabii müttefikiydiler.
İngiltere elçiliğinde bir Rum-Ermeni şubesi açılmıştı. Rumların istekleri
genişti. Trabzon Piskoposu ve Rumları, bir Pontus devleti kurmak
istiyorlardı. Ermeniler Karadeniz'den Akdeniz'e uzanan bir devlet
hazırlığı içindeydiler. Bağımsızlık peşinde koşan Arap, Kürt, Rum
temsilcileri İstanbul'a doluşmuşlardı. Bir evin kapısında "Trabzon
Rum İmparatorluğu Temsilciliği", bir başka kapıda "Pontus
Cumhuriyeti", bir başkasında "Kürt Krallığı", biraz
ötede "Kilikya Ermenileri Temsilciliği", güzel bir konağın
girişinde "Arnavutlar Birliği" gibi levhalara ve uydurma
bayraklara rastlanıyordu. Bunlar yetmezmiş gibi Bolşevik devriminden
kaçan Ruslar da şehri doldurmuşlardı. İstanbul'da aranıp bulunamayan
yalnız Türklüktü. Payitaht tam bir uluslararası kent niteliğine girmişti.
Bu şehirde en hakir, en zavallı olanlar Türklerdi. Türklerde ne hayat
yeteneği kalmıştı, ne şeref... Türk de Türklüğünü bir günah gibi
saklayarak kenara çekilmişti. Barlar, banyolar, kahveler, sokaklar
artık namus ehli için geçilmez olmuştu. Hiçbir ev saldırıdan uzak
değildi. Her an kapı çalınabilir ve bir sarhoş yabancı grubu, eğlenmek
istediklerini söyleyebilirdi. Bu yabancılara Rum ve Ermeniler öncülük
ediyorlardı. Çevre köylerinde özellikle Pendik, Maltepe ve Beykoz'da
Rum çeteleri türemişti. Türk köylerinde pek az kimse kalmış; çoğu
yanmıştı. Çeteler kent içinden bile tacirleri dağa kaldırıyorlar,
rehine olarak saklıyorlardı. Müslümanlarla Hıristiyanlar arasında
cinayetten, yağmacılıkt İstanbul savaş yıllarında derin bir yoksulluk ve yokluk içinde yaşamıştı. Şimdi geniş bir bolluk dönemine girilmişti. Yabancıların döktükleri para ve vapurlarla getirdikleri eşya, şehrin yaşayışını değiştirmişti. Sefaletin zayıflattığı karakterler, paranın tatlı yüzüne dayanamıyordu. Sömürgecilerin dünyanın her yanında yerli halka uyguladıkları yöntemdi bu. Artık ülkenin efendisi olan yabancılara hoş görünmek için birçok okumuş Türk ailesi ya da aydın grubu devreye girdi. Yabancı subay çevreleriyle ilişkiler kurdu. Balolar, danslar, oyunlar başladı. İstanbul'da hayat, şen, günahkâr ve zevkliydi. Gazinolarda içki ve raks vardı. Tokatlıyan'a gidip orkestrayı dinlemek, güzel kızlar yakalayarak dans etmek hoştu. Şişli tarafında Türk hanımlarının da katıldığı çaylar veriliyordu. Gerçi böyle yaşayış Türk hanımları için yasaktı ama, özgürlüklerine kavuşmak isteyen kadınlarımız (!) eksik değildi. Rumların, Ermenilerin suareleri ve çayları eğlenceliydi. Bunlar Beyoğlu Fransızcasıyla veya kütü bir İngilizceyle konuşmayı yeğliyorlardı. Herkes kendini Avrupalı saymak ve saydırmak merakına düşmüştü. İlhan SELÇUK:Yüzbaşı Selahattin'in Romanı-2 S:35-38 13.Baskı İstanbul 2006 |